Son yıllarda toplumun en çok konuştuğu iki kelime var: Ekonomik kriz ve salgın. Ekonomide inişli çıkışlı bir tabloya alışmaya çalışırken, bir yandan da neredeyse her ay yeni bir virüs, yeni bir enfeksiyon, yeni bir “dalga” gündemi meşgul ediyor. Ateş, öksürük, baş ağrısı… Artık neredeyse herkesin günlük hayatının bir parçası haline geldi.
Peki bu sürekli hastalık hali gerçekten yeni bir dönemin habercisi mi, yoksa dünyanın kaçınılmaz sonuçlarından biri mi?
Pandemi, yalnızca bir hastalığı değil, toplumun kırılganlığını da gözler önüne serdi. İnsanlar artık küçük bir boğaz ağrısını bile “acaba yeni salgın mı?” diye sorgular hale geldi. Sağlık açısından yaşanan bu belirsizlik, ekonomik sıkıntılarla birleşince ortaya tuhaf bir ruh hali çıkıyor: Tükenmişlik, endişe ve bitmeyen bir yorgunluk…
Bugün artık yalnızca hastaneler dolu değil; kafeler, iş yerleri, otobüsler de öksürük sesleriyle dolu. Birinin hastalığı geçmeden diğerinin başladığı bir kısır döngü içindeyiz. Bunda değişen iklim koşullarından şehirleşme modeline, yoğun tempodan kapalı alan bağımlılığına kadar birçok etken var. İnsanlar daha stresli, daha yorgun ve bağışıklık sistemi yıpranmaya daha açık.
Fakat belki de asıl problem, toplumun yıllardır “sürekli kriz” içinde yaşıyor olması. Ekonomi, geçim derdi, işsizlik, belirsizlik… Tüm bunlar sadece cebi değil, bedeni de yoruyor. Stres, en az bir virüs kadar güçlü bir düşman. Bu nedenle bugün artan hastalıkların yalnızca biyolojik değil, psikolojik ve toplumsal boyutu da var.
Öte yandan medyanın ve sosyal medyanın her küçük salgını dev bir tehlike gibi sunması da panik duygusunu büyütüyor. Bilgi çok; ama güven az. Bir yanda gerçek bir sağlık yükü var, diğer yanda bunun yarattığı abartılı korku. Bu ikisi birleşince toplum, sürekli “tetikte” yaşıyor.
Aslında ihtiyaç duyduğumuz şey, ne inkâr ne de panik… Tam tersine, sağduyulu ve sürdürülebilir bir sağlık farkındalığı. Temel hijyen, doğru bilgilendirme, düzenli kontrol, güçlü bir ilk basamak sağlık sistemi ve elbette günlük yaşamda stresin azaltılması… Çünkü kronik bir kaygı içinde yaşayan toplum, en ufak virüste bile kırılgan hale geliyor.
Her gün yeni bir salgın çıkıyor gibi görünüyor olabilir. Ama yaşadığımız çağın gerçeği şu: Dünyamız artık daha hareketli, daha kalabalık ve daha bağlantılı. Virüsler de insanlar gibi dolaşıyor. Asıl soru şu: Biz bu yeni döneme güçlü, bilgili ve hazırlıklı mı gireceğiz, yoksa her öksürüğü yeni bir felaket haberi gibi görmeye devam mı edeceğiz?
Toplum olarak vereceğimiz cevap, gelecekte nasıl bir sağlık ikliminde yaşayacağımızı belirleyecek...
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşe YILDIRIM
Her gün yeni bir salgın...
Son yıllarda toplumun en çok konuştuğu iki kelime var: Ekonomik kriz ve salgın. Ekonomide inişli çıkışlı bir tabloya alışmaya çalışırken, bir yandan da neredeyse her ay yeni bir virüs, yeni bir enfeksiyon, yeni bir “dalga” gündemi meşgul ediyor. Ateş, öksürük, baş ağrısı… Artık neredeyse herkesin günlük hayatının bir parçası haline geldi.
Peki bu sürekli hastalık hali gerçekten yeni bir dönemin habercisi mi, yoksa dünyanın kaçınılmaz sonuçlarından biri mi?
Pandemi, yalnızca bir hastalığı değil, toplumun kırılganlığını da gözler önüne serdi. İnsanlar artık küçük bir boğaz ağrısını bile “acaba yeni salgın mı?” diye sorgular hale geldi. Sağlık açısından yaşanan bu belirsizlik, ekonomik sıkıntılarla birleşince ortaya tuhaf bir ruh hali çıkıyor: Tükenmişlik, endişe ve bitmeyen bir yorgunluk…
Bugün artık yalnızca hastaneler dolu değil; kafeler, iş yerleri, otobüsler de öksürük sesleriyle dolu. Birinin hastalığı geçmeden diğerinin başladığı bir kısır döngü içindeyiz. Bunda değişen iklim koşullarından şehirleşme modeline, yoğun tempodan kapalı alan bağımlılığına kadar birçok etken var. İnsanlar daha stresli, daha yorgun ve bağışıklık sistemi yıpranmaya daha açık.
Fakat belki de asıl problem, toplumun yıllardır “sürekli kriz” içinde yaşıyor olması. Ekonomi, geçim derdi, işsizlik, belirsizlik… Tüm bunlar sadece cebi değil, bedeni de yoruyor. Stres, en az bir virüs kadar güçlü bir düşman. Bu nedenle bugün artan hastalıkların yalnızca biyolojik değil, psikolojik ve toplumsal boyutu da var.
Öte yandan medyanın ve sosyal medyanın her küçük salgını dev bir tehlike gibi sunması da panik duygusunu büyütüyor. Bilgi çok; ama güven az. Bir yanda gerçek bir sağlık yükü var, diğer yanda bunun yarattığı abartılı korku. Bu ikisi birleşince toplum, sürekli “tetikte” yaşıyor.
Aslında ihtiyaç duyduğumuz şey, ne inkâr ne de panik… Tam tersine, sağduyulu ve sürdürülebilir bir sağlık farkındalığı. Temel hijyen, doğru bilgilendirme, düzenli kontrol, güçlü bir ilk basamak sağlık sistemi ve elbette günlük yaşamda stresin azaltılması… Çünkü kronik bir kaygı içinde yaşayan toplum, en ufak virüste bile kırılgan hale geliyor.
Her gün yeni bir salgın çıkıyor gibi görünüyor olabilir. Ama yaşadığımız çağın gerçeği şu: Dünyamız artık daha hareketli, daha kalabalık ve daha bağlantılı. Virüsler de insanlar gibi dolaşıyor. Asıl soru şu: Biz bu yeni döneme güçlü, bilgili ve hazırlıklı mı gireceğiz, yoksa her öksürüğü yeni bir felaket haberi gibi görmeye devam mı edeceğiz?
Toplum olarak vereceğimiz cevap, gelecekte nasıl bir sağlık ikliminde yaşayacağımızı belirleyecek...