Her sabah sosyal medyada yeni bir tartışmaya uyanıyoruz. Birinin söylediği bir söz, yazdığı bir cümle, attığı bir tweet... Kimi alkışlanıyor, kimi linç ediliyor. Ve ister istemez şu soruyu tekrar tekrar kendimize soruyoruz: İfade özgürlüğü gerçekten sınırsız mı olmalı? Yoksa her özgürlüğün bir duvarı, bir sınırı mı vardır?
Ben bu yazımda bir cevaptan çok bir düşünce sunmak istiyorum. Çünkü ifade özgürlüğü, sadece hukuk kitaplarında yazan bir madde değil; bizim günlük hayatımızda yaşadığımız, hissettiğimiz, hatta zaman zaman bedelini ödediğimiz bir hak.
Elbette herkesin fikrini söyleme hakkı olmalı. Bu, demokrasinin temelidir. Ancak o fikir, bir başkasının yaşam hakkını tehdit ediyorsa? Hakaret içeriyorsa? Nefret suçu sayılabilecek cümlelerle dile getiriliyorsa? İşte orada işler karmaşıklaşıyor. Özgürlüklerin çerçevesi çizilirken, diğer insanların hakları da hesaba katılmalı.
Bugün özellikle dijital platformlarda “özgürlük” kavramı bazen bir kılıf gibi kullanılıyor. Birini aşağılayan, ötekileştiren ya da toplumsal barışı zedeleyen söylemler ifade özgürlüğü olarak sunuluyor. Oysa unutmamalıyız: Özgürlük, sorumlulukla birlikte anlam kazanır.
Hukuki sınırların yanı sıra, ahlaki bir çizgiye de ihtiyacımız var. Her doğru, her fikir, her yorum “söylenmeli” midir? Belki evet. Ama “nasıl” söylendiği en az “ne” söylendiği kadar önemlidir. İnsanların kalbinde iz bırakan sözler, çoğu zaman yüksek sesle değil; doğru tonla söylenmiş olanlardır.
Bugün dünyada ve ülkemizde ifade özgürlüğü sadece bir tartışma konusu değil, aynı zamanda bir mücadele alanı. Gazeteciler, sanatçılar, öğrenciler ve sıradan vatandaşlar bazen sadece düşüncelerini açıkladıkları için baskıya uğruyor. Bu da bizlere şunu gösteriyor: Özgürlükler ancak biz onları koruduğumuz sürece var olabilir.
Peki biz, bu hakları gerçekten sahipleniyor muyuz? Yoksa sadece kendi görüşümüze yer verilmediğinde mi “özgürlük” diye bağırıyoruz?
Belki de asıl mesele şu: Biz birbirimizi gerçekten duymaya hazır mıyız? Farklı düşüneni anlamaya, saygı duymaya ne kadar açığız?
İfade özgürlüğü bir lütuf değil, temel bir hak. Ama bu hakkı yaşatmak, sadece konuşmakla değil, dinlemekle de mümkün. Belki de önce birbirimizi gerçekten duymayı öğrenmemiz gerekiyor.
Çünkü bazen bir toplumun ne kadar özgür olduğu, en çok da farklı seslere ne kadar tahammül edebildiğiyle ölçülür.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşe YILDIRIM
İfade özgürlüğü sınır tanır mı?
Her sabah sosyal medyada yeni bir tartışmaya uyanıyoruz. Birinin söylediği bir söz, yazdığı bir cümle, attığı bir tweet... Kimi alkışlanıyor, kimi linç ediliyor. Ve ister istemez şu soruyu tekrar tekrar kendimize soruyoruz: İfade özgürlüğü gerçekten sınırsız mı olmalı? Yoksa her özgürlüğün bir duvarı, bir sınırı mı vardır?
Ben bu yazımda bir cevaptan çok bir düşünce sunmak istiyorum. Çünkü ifade özgürlüğü, sadece hukuk kitaplarında yazan bir madde değil; bizim günlük hayatımızda yaşadığımız, hissettiğimiz, hatta zaman zaman bedelini ödediğimiz bir hak.
Elbette herkesin fikrini söyleme hakkı olmalı. Bu, demokrasinin temelidir. Ancak o fikir, bir başkasının yaşam hakkını tehdit ediyorsa? Hakaret içeriyorsa? Nefret suçu sayılabilecek cümlelerle dile getiriliyorsa? İşte orada işler karmaşıklaşıyor. Özgürlüklerin çerçevesi çizilirken, diğer insanların hakları da hesaba katılmalı.
Bugün özellikle dijital platformlarda “özgürlük” kavramı bazen bir kılıf gibi kullanılıyor. Birini aşağılayan, ötekileştiren ya da toplumsal barışı zedeleyen söylemler ifade özgürlüğü olarak sunuluyor. Oysa unutmamalıyız: Özgürlük, sorumlulukla birlikte anlam kazanır.
Hukuki sınırların yanı sıra, ahlaki bir çizgiye de ihtiyacımız var. Her doğru, her fikir, her yorum “söylenmeli” midir? Belki evet. Ama “nasıl” söylendiği en az “ne” söylendiği kadar önemlidir. İnsanların kalbinde iz bırakan sözler, çoğu zaman yüksek sesle değil; doğru tonla söylenmiş olanlardır.
Bugün dünyada ve ülkemizde ifade özgürlüğü sadece bir tartışma konusu değil, aynı zamanda bir mücadele alanı. Gazeteciler, sanatçılar, öğrenciler ve sıradan vatandaşlar bazen sadece düşüncelerini açıkladıkları için baskıya uğruyor. Bu da bizlere şunu gösteriyor: Özgürlükler ancak biz onları koruduğumuz sürece var olabilir.
Peki biz, bu hakları gerçekten sahipleniyor muyuz? Yoksa sadece kendi görüşümüze yer verilmediğinde mi “özgürlük” diye bağırıyoruz?
Belki de asıl mesele şu: Biz birbirimizi gerçekten duymaya hazır mıyız? Farklı düşüneni anlamaya, saygı duymaya ne kadar açığız?
İfade özgürlüğü bir lütuf değil, temel bir hak. Ama bu hakkı yaşatmak, sadece konuşmakla değil, dinlemekle de mümkün. Belki de önce birbirimizi gerçekten duymayı öğrenmemiz gerekiyor.
Çünkü bazen bir toplumun ne kadar özgür olduğu, en çok da farklı seslere ne kadar tahammül edebildiğiyle ölçülür.