Bir zamanlar çocuk seslerinin yankılandığı sokaklar vardı. Toprağın, ağacın, gökyüzünün insanın ruhuna değdiği zamanlar... Oysa şimdi baktığımız her yerde beton görüyoruz. Gökdelenlerin gölgesinde kaybolan güneş ışığı, asfaltla örtülmüş hayaller, parkların yerini alan AVM'ler… Betonlaşıyoruz. Hem şehir olarak, hem insan olarak.
Her yeni inşaat, bir parça daha eksiltiyor bizden. Her yıkılan bahçe, her kesilen ağaç sadece doğayı değil, içimizdeki merhameti de biraz daha solduruyor. Eskiden komşular birbirine kapısını çalmadan girerdi, şimdi aynı apartmanda yaşayan insanlar birbirinin adını bile bilmiyor. Çünkü biz sadece binalarımızı değil, kalplerimizi de duvarlarla çevirdik.
Gün geçtikçe daha fazla yükseliyoruz ama aynı hızla yalnızlaşıyoruz. Kalabalıklar içinde çırılçıplak bir boşluk taşıyoruz içimizde. Teknolojinin hızına yetişmeye çalışırken, insan olmayı unuttuk sanki. Gülümsemelerimiz yapay, sohbetlerimiz kısır, ilişkilerimiz yüzeysel… Sevmenin bile şekli değişti. Bir emojiyle ifade edilen duygular, bir story süresine sığan hayatlar… Kalpler bile artık beton.
Şehirleşme bir ihtiyaçtı belki. Ama bu kadar mı hoyrat olunmalıydı? Her metrekareyi rant uğruna betonla kaplamak, gelecek nesillere bırakacağımız en büyük utanç değil mi? Doğa kendini hatırlatıyor artık; sellerle, fırtınalarla, felaketlerle. Çünkü onu görmezden geldik, yok saydık, katlettik. Şimdi o da bize “ben buradayım” diyor, hem de acı bir şekilde.
Ama her şey bitmiş değil. İçimizde hâlâ yeşerecek umut var. Belki biraz yavaşlasak, biraz soluklanıp etrafımıza baksak… Bir çiçeği sevsek, bir çocuğun gözlerine samimiyetle baksak, bir sokak hayvanını okşasak... Belki o zaman tekrar toprakla buluşur ayaklarımız. Belki içimizdeki beton çatlar, aradan bir umut sızar.
Şehirlerimizi dönüştürebiliriz. Daha yaşanabilir, daha insanca, daha doğayla barışık hâle getirebiliriz. Ama asıl dönüşüm kalpte başlamalı. Çünkü asıl mesele şu:
İnsan önce içindeki betonu yıkmalı. O duvar gibi soğuk bakışları, “bana dokunmayan yılan” diye başlayan cümleleri, duyarsızlığımızı, sevgimizi göstermekteki çekincelerimizi... Kalbimizi çevreleyen o görünmez, gri tabakayı...
Çünkü bu beton sadece sokaklarda değil, artık kalplerimizde de.
Bir toplum, ne kadar gelişmiş olursa olsun, sevgisizse eksiktir. Ve doğaya saygı duymayan bir gelişme, gerçekte büyüme değil, bir tür çöküştür. O yüzden bu yazıyı bir sitem olarak değil, bir çağrı olarak okuyun. Sadece yöneticilere değil, herkese… Bir ağacı koruyan bir çocuğa, sokağın köşesine su bırakan bir esnafa, balkonunda sardunya yetiştiren bir yaşlıya… Yani hâlâ insan kalmış herkese…
Ve belki bir gün gerçekten “yaşıyoruz” diyebiliriz…
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşe YILDIRIM
Kalpler bile artık beton…
Bir zamanlar çocuk seslerinin yankılandığı sokaklar vardı. Toprağın, ağacın, gökyüzünün insanın ruhuna değdiği zamanlar... Oysa şimdi baktığımız her yerde beton görüyoruz. Gökdelenlerin gölgesinde kaybolan güneş ışığı, asfaltla örtülmüş hayaller, parkların yerini alan AVM'ler… Betonlaşıyoruz. Hem şehir olarak, hem insan olarak.
Her yeni inşaat, bir parça daha eksiltiyor bizden. Her yıkılan bahçe, her kesilen ağaç sadece doğayı değil, içimizdeki merhameti de biraz daha solduruyor. Eskiden komşular birbirine kapısını çalmadan girerdi, şimdi aynı apartmanda yaşayan insanlar birbirinin adını bile bilmiyor. Çünkü biz sadece binalarımızı değil, kalplerimizi de duvarlarla çevirdik.
Gün geçtikçe daha fazla yükseliyoruz ama aynı hızla yalnızlaşıyoruz. Kalabalıklar içinde çırılçıplak bir boşluk taşıyoruz içimizde. Teknolojinin hızına yetişmeye çalışırken, insan olmayı unuttuk sanki. Gülümsemelerimiz yapay, sohbetlerimiz kısır, ilişkilerimiz yüzeysel… Sevmenin bile şekli değişti. Bir emojiyle ifade edilen duygular, bir story süresine sığan hayatlar… Kalpler bile artık beton.
Şehirleşme bir ihtiyaçtı belki. Ama bu kadar mı hoyrat olunmalıydı? Her metrekareyi rant uğruna betonla kaplamak, gelecek nesillere bırakacağımız en büyük utanç değil mi? Doğa kendini hatırlatıyor artık; sellerle, fırtınalarla, felaketlerle. Çünkü onu görmezden geldik, yok saydık, katlettik. Şimdi o da bize “ben buradayım” diyor, hem de acı bir şekilde.
Ama her şey bitmiş değil. İçimizde hâlâ yeşerecek umut var. Belki biraz yavaşlasak, biraz soluklanıp etrafımıza baksak… Bir çiçeği sevsek, bir çocuğun gözlerine samimiyetle baksak, bir sokak hayvanını okşasak... Belki o zaman tekrar toprakla buluşur ayaklarımız. Belki içimizdeki beton çatlar, aradan bir umut sızar.
Şehirlerimizi dönüştürebiliriz. Daha yaşanabilir, daha insanca, daha doğayla barışık hâle getirebiliriz. Ama asıl dönüşüm kalpte başlamalı. Çünkü asıl mesele şu:
İnsan önce içindeki betonu yıkmalı. O duvar gibi soğuk bakışları, “bana dokunmayan yılan” diye başlayan cümleleri, duyarsızlığımızı, sevgimizi göstermekteki çekincelerimizi... Kalbimizi çevreleyen o görünmez, gri tabakayı...
Çünkü bu beton sadece sokaklarda değil, artık kalplerimizde de.
Bir toplum, ne kadar gelişmiş olursa olsun, sevgisizse eksiktir. Ve doğaya saygı duymayan bir gelişme, gerçekte büyüme değil, bir tür çöküştür. O yüzden bu yazıyı bir sitem olarak değil, bir çağrı olarak okuyun. Sadece yöneticilere değil, herkese… Bir ağacı koruyan bir çocuğa, sokağın köşesine su bırakan bir esnafa, balkonunda sardunya yetiştiren bir yaşlıya… Yani hâlâ insan kalmış herkese…
Ve belki bir gün gerçekten “yaşıyoruz” diyebiliriz…