İnsanın en büyük mücadelesi dış dünyayla değil, kendi içindeki yankılarla olur. Bir yanımız sürekli “yetmiyorsun” derken, diğer yanımız sessizce “ben buyum” demeye çalışır. İşte o aradaki çatışma, çoğu zaman yalnızlığın ilk tohumudur. Kusurlarımızı kabullenemedikçe, onları sakladıkça, içimizde büyüyen bir uzaklık başlar. Önce kendimizden, sonra herkesten.
Bugün etrafımıza baktığımızda, herkesin birbirine çok benzer maskeler taktığını görürüz. Herkes mutlu görünür, güçlü görünür, başarılı görünür. Ama kimse gerçek değildir. Çünkü gerçek olmanın içinde kırılganlık vardır; kusur vardır; itiraf vardır. Bizler bu duyguları utançla gizledikçe, birbirimize değil, yalnızlığımıza benzeyeceğiz.
Kusursuzluk isteği, modern çağın en zararsız görünen ama en yıkıcı hastalığıdır. İnsanlar artık birbirini anlamaya değil, düzeltmeye çalışıyor. Bir dostun hatasında sabır göstermek yerine, “enerjimi düşürdü” diyerek uzaklaşıyoruz. Sevgilinin bir kusurunu, “ben daha iyisini hak ediyorum” cümlesiyle bitiriyoruz. Oysa bazen bir ilişkide devam edebilmek, affedebilmek kadar değerlidir.
Bir düşünelim: Biz kimin kusurlarına dayanabildik? Kimin hatasını sessizce içimizde onardık? Yoksa ilk tökezleyeni hemen yargılayıp yolumuza mı baktık? Belki de bu yüzden, dostluklarımız ömrü kısa birer mevsim gibi geçiyor üzerimizden. Kimse kimsenin kışına kalmak istemiyor.
Yalnızlığımızı çoğu zaman “özgürlük” diye adlandırıyoruz. “Kimseden beklentim yok”, “tek başıma mutluyum” diyoruz. Ama gecenin bir vakti, telefonun sessizliğinde yankılanan o boşluk hissi, aslında her şeyin itirafıdır. Çünkü insan yalnızlıkta değil, paylaşımda büyür. Kusurlarıyla kabul edildiğinde kök salar; sevilmediğinde solmaya başlar.
Kusurlar, insanın içtenliğinin delilidir. Mükemmel insanlar yoktur; yalnızca iyi rol yapanlar vardır. Gerçek yakınlık, karşındaki insanın tüm iyi niyetine rağmen tökezleyebileceğini bilip orada kalabilmektir. Çünkü sevgi, sadece güzel anlarda değil; zor zamanlarda, yanlış anlaşılmalarda, küçük kırıklıklarda ölçülür.
Toplum olarak birbirimizi eleştirirken merhameti unuttuk. Sosyal medyada, iş yerinde, okulda... Herkes birbirinin kusurunu büyüteçle arıyor. Fakat kimse aynaya aynı dikkatle bakmıyor. Hata yapanı dışlamak kolay, ama el uzatmak erdem ister. Ve o erdemi kaybettikçe, yalnızlığımız çoğalıyor.
Belki de yeniden hatırlamamız gereken şey şu: Kusurlarımız bizim cezamız değil, insanlığımızın kanıtıdır. Onlar sayesinde empati kurar, affetmeyi öğreniriz. Kusursuzluk bizi uzaklaştırır; kusurlar ise birbirimize yaklaştırır.
Bir gün herkesin kusurlarıyla kabul gördüğü bir dünya hayal ediyorum. Kimsenin mükemmel olmaya çalışmadığı, kimsenin yalnız kalmadığı bir dünya. Belki o zaman, yalnızlığımız kusurlarımıza değil, sevgimize karşılık olur.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşe YILDIRIM
Kusursuz olmak uğruna yalnızlaştık
İnsanın en büyük mücadelesi dış dünyayla değil, kendi içindeki yankılarla olur. Bir yanımız sürekli “yetmiyorsun” derken, diğer yanımız sessizce “ben buyum” demeye çalışır. İşte o aradaki çatışma, çoğu zaman yalnızlığın ilk tohumudur. Kusurlarımızı kabullenemedikçe, onları sakladıkça, içimizde büyüyen bir uzaklık başlar. Önce kendimizden, sonra herkesten.
Bugün etrafımıza baktığımızda, herkesin birbirine çok benzer maskeler taktığını görürüz. Herkes mutlu görünür, güçlü görünür, başarılı görünür. Ama kimse gerçek değildir. Çünkü gerçek olmanın içinde kırılganlık vardır; kusur vardır; itiraf vardır. Bizler bu duyguları utançla gizledikçe, birbirimize değil, yalnızlığımıza benzeyeceğiz.
Kusursuzluk isteği, modern çağın en zararsız görünen ama en yıkıcı hastalığıdır. İnsanlar artık birbirini anlamaya değil, düzeltmeye çalışıyor. Bir dostun hatasında sabır göstermek yerine, “enerjimi düşürdü” diyerek uzaklaşıyoruz. Sevgilinin bir kusurunu, “ben daha iyisini hak ediyorum” cümlesiyle bitiriyoruz. Oysa bazen bir ilişkide devam edebilmek, affedebilmek kadar değerlidir.
Bir düşünelim: Biz kimin kusurlarına dayanabildik? Kimin hatasını sessizce içimizde onardık? Yoksa ilk tökezleyeni hemen yargılayıp yolumuza mı baktık? Belki de bu yüzden, dostluklarımız ömrü kısa birer mevsim gibi geçiyor üzerimizden. Kimse kimsenin kışına kalmak istemiyor.
Yalnızlığımızı çoğu zaman “özgürlük” diye adlandırıyoruz. “Kimseden beklentim yok”, “tek başıma mutluyum” diyoruz. Ama gecenin bir vakti, telefonun sessizliğinde yankılanan o boşluk hissi, aslında her şeyin itirafıdır. Çünkü insan yalnızlıkta değil, paylaşımda büyür. Kusurlarıyla kabul edildiğinde kök salar; sevilmediğinde solmaya başlar.
Kusurlar, insanın içtenliğinin delilidir. Mükemmel insanlar yoktur; yalnızca iyi rol yapanlar vardır. Gerçek yakınlık, karşındaki insanın tüm iyi niyetine rağmen tökezleyebileceğini bilip orada kalabilmektir. Çünkü sevgi, sadece güzel anlarda değil; zor zamanlarda, yanlış anlaşılmalarda, küçük kırıklıklarda ölçülür.
Toplum olarak birbirimizi eleştirirken merhameti unuttuk. Sosyal medyada, iş yerinde, okulda... Herkes birbirinin kusurunu büyüteçle arıyor. Fakat kimse aynaya aynı dikkatle bakmıyor. Hata yapanı dışlamak kolay, ama el uzatmak erdem ister. Ve o erdemi kaybettikçe, yalnızlığımız çoğalıyor.
Belki de yeniden hatırlamamız gereken şey şu: Kusurlarımız bizim cezamız değil, insanlığımızın kanıtıdır. Onlar sayesinde empati kurar, affetmeyi öğreniriz. Kusursuzluk bizi uzaklaştırır; kusurlar ise birbirimize yaklaştırır.
Bir gün herkesin kusurlarıyla kabul gördüğü bir dünya hayal ediyorum. Kimsenin mükemmel olmaya çalışmadığı, kimsenin yalnız kalmadığı bir dünya. Belki o zaman, yalnızlığımız kusurlarımıza değil, sevgimize karşılık olur.