"Normal" kelimesi uzun zamandır dilimizde, ama ne anlama geldiğini giderek daha az biliyoruz. Türkiye’de bir süredir herkes “normalleşme” kelimesini konuşuyor: Siyasette, ekonomide, toplumsal ilişkilerde, hatta bireysel hayatlarımızda. Ama bu kadar çok kullanılan bir kavramın altı bu kadar boş kalabilir mi? Dahası, biz hiç gerçekten “normal” olduk mu ki şimdi “yeniden” normalleşmeyi tartışıyoruz?
Bu sorunun yanıtı, sadece bugünün değil, belki de son 20 yılın hikâyesini anlatıyor.
Türkiye’de "normalleşme" sözcüğü ilk kez yoğun şekilde 2000’li yılların başında telaffuz edildi. Siyasette askeri vesayetin geriletilmesi, AB sürecinin hız kazanması, ifade özgürlüğü reformları, ekonomik istikrar ve yapısal dönüşüm umutları bu dönemin öne çıkan başlıklarıydı.
Birçokları için bu, bir “normalleşme” süreciydi: Kurumların güçlenmesi, demokrasinin yerleşmesi, hukukun üstünlüğünün hâkim olması...
Fakat ne olduysa, bu normalleşme sancılı bir yerden kırıldı. Siyasi kutuplaşmalar derinleşti, yargıya güven sarsıldı, medya tekelleşti, ifade özgürlüğü sınırlanmaya başladı. "Güçlü lider", "millî irade", "yerli ve millî duruş" gibi kavramlar bir yandan geniş kitleleri sürüklerken, diğer yandan eleştirel düşüncenin alanını daraltıyordu.
O halde sormak gerek: Bu normalleşme dediğimiz şey gerçekten demokratikleşmeye mi işaret ediyordu, yoksa yeni bir ‘normal’in kurulmasına mı?
Zamanla öyle bir noktaya geldik ki, normal olan şey artık sıradışıydı. Bir milletvekilinin tutuklanması, gazetecilerin hapse atılması, bir öğrencinin tweet yüzünden gözaltına alınması, bir kadının sokak ortasında öldürülmesi ya da bir işçinin güvencesizce çalışıp ölmesi artık toplumsal bir infiale yol açmıyordu.
Tepkiler daha çok sosyal medyada birkaç saatlik hashtag kampanyalarıyla sınırlı kalıyor, sonra her şey unutuluyordu. Sessizlik, yeni normalimiz oldu. Hatta öyle ki, artık insanlar haber bülteni izlemek istemiyor, çünkü orada duydukları şeyler, kendi hayatlarının gerçeğine çok benziyor: Zamlar, krizler, felaketler, kayıplar...
Ekonomideki tablo da farklı değil. Enflasyonun çift haneli rakamlara saplandığı, işsizliğin kronikleştiği, gençlerin umudunu yurtdışında aradığı bir dönemdeyiz. Ama yine de yetkililer çıkıp “normalleşiyoruz” diyebiliyor.
Ekonomik rasyonaliteye dönüş söylemleriyle piyasalar kısmen sakinleşiyor belki ama sokaktaki vatandaş için bu söylem anlamsız bir kelime oyunundan ibaret.
Asıl sorun şu: Biz artık normal olanın ne olduğunu unuttuk. Adaletin işlemesine, liyakatin esas alınmasına, basının özgür olmasına, kurumların hesap verebilir olmasına dair referanslarımız silinmiş durumda.
Bir ülkede her yeni gelen düzen, önce kendinden önceki “anormalliği” işaret eder.
Sonra kendi kurduğu düzene “yeni normal” adını verir. Ve sonunda toplum o kadar çok "yeniden normalleşme" süreci yaşar ki, artık hiçbiri inandırıcı olmaz.
Bugün de yaşadığımız şey tam olarak bu. Bir yandan siyasette yeni ittifaklar kuruluyor, yumuşama mesajları veriliyor. Diğer yandan sokakta hâlâ öfke, adliyede hâlâ adaletsizlik, kasada hâlâ borç var.
O yüzden soruyoruz: Türkiye gerçekten "normalleşiyor" mu, yoksa sadece yeni bir anormali “normal” gibi mi göstermeye çalışıyoruz?
Bu karamsar tablonun içinde bile umut, hep bir yerlerde duruyor. Gerçek bir normalleşme, yalnızca siyasetin değil, toplumun da dönüşümüdür. Konuşarak, sorgulayarak, ses çıkararak, hesap sorarak... İşte o zaman gerçek bir toplumsal normalleşme mümkün olabilir.
Ama bunun için önce dürüst olmamız gerekiyor. Kendimize, geçmişe ve bugüne…
Çünkü belki de biz normalleşmeyi hiç yaşamadık, sadece kısa süreli rahatlamaları normal sandık. Şimdi ise, gerçek normallik için en baştan başlamamız gerekiyor.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşe YILDIRIM
Normalleşme bir süreçti ama ne tarafa doğru?
"Normal" kelimesi uzun zamandır dilimizde, ama ne anlama geldiğini giderek daha az biliyoruz. Türkiye’de bir süredir herkes “normalleşme” kelimesini konuşuyor: Siyasette, ekonomide, toplumsal ilişkilerde, hatta bireysel hayatlarımızda. Ama bu kadar çok kullanılan bir kavramın altı bu kadar boş kalabilir mi? Dahası, biz hiç gerçekten “normal” olduk mu ki şimdi “yeniden” normalleşmeyi tartışıyoruz?
Bu sorunun yanıtı, sadece bugünün değil, belki de son 20 yılın hikâyesini anlatıyor.
Türkiye’de "normalleşme" sözcüğü ilk kez yoğun şekilde 2000’li yılların başında telaffuz edildi. Siyasette askeri vesayetin geriletilmesi, AB sürecinin hız kazanması, ifade özgürlüğü reformları, ekonomik istikrar ve yapısal dönüşüm umutları bu dönemin öne çıkan başlıklarıydı.
Birçokları için bu, bir “normalleşme” süreciydi: Kurumların güçlenmesi, demokrasinin yerleşmesi, hukukun üstünlüğünün hâkim olması...
Fakat ne olduysa, bu normalleşme sancılı bir yerden kırıldı. Siyasi kutuplaşmalar derinleşti, yargıya güven sarsıldı, medya tekelleşti, ifade özgürlüğü sınırlanmaya başladı. "Güçlü lider", "millî irade", "yerli ve millî duruş" gibi kavramlar bir yandan geniş kitleleri sürüklerken, diğer yandan eleştirel düşüncenin alanını daraltıyordu.
O halde sormak gerek: Bu normalleşme dediğimiz şey gerçekten demokratikleşmeye mi işaret ediyordu, yoksa yeni bir ‘normal’in kurulmasına mı?
Zamanla öyle bir noktaya geldik ki, normal olan şey artık sıradışıydı. Bir milletvekilinin tutuklanması, gazetecilerin hapse atılması, bir öğrencinin tweet yüzünden gözaltına alınması, bir kadının sokak ortasında öldürülmesi ya da bir işçinin güvencesizce çalışıp ölmesi artık toplumsal bir infiale yol açmıyordu.
Tepkiler daha çok sosyal medyada birkaç saatlik hashtag kampanyalarıyla sınırlı kalıyor, sonra her şey unutuluyordu. Sessizlik, yeni normalimiz oldu. Hatta öyle ki, artık insanlar haber bülteni izlemek istemiyor, çünkü orada duydukları şeyler, kendi hayatlarının gerçeğine çok benziyor: Zamlar, krizler, felaketler, kayıplar...
Ekonomideki tablo da farklı değil. Enflasyonun çift haneli rakamlara saplandığı, işsizliğin kronikleştiği, gençlerin umudunu yurtdışında aradığı bir dönemdeyiz. Ama yine de yetkililer çıkıp “normalleşiyoruz” diyebiliyor.
Ekonomik rasyonaliteye dönüş söylemleriyle piyasalar kısmen sakinleşiyor belki ama sokaktaki vatandaş için bu söylem anlamsız bir kelime oyunundan ibaret.
Asıl sorun şu: Biz artık normal olanın ne olduğunu unuttuk. Adaletin işlemesine, liyakatin esas alınmasına, basının özgür olmasına, kurumların hesap verebilir olmasına dair referanslarımız silinmiş durumda.
Bir ülkede her yeni gelen düzen, önce kendinden önceki “anormalliği” işaret eder.
Sonra kendi kurduğu düzene “yeni normal” adını verir. Ve sonunda toplum o kadar çok "yeniden normalleşme" süreci yaşar ki, artık hiçbiri inandırıcı olmaz.
Bugün de yaşadığımız şey tam olarak bu. Bir yandan siyasette yeni ittifaklar kuruluyor, yumuşama mesajları veriliyor. Diğer yandan sokakta hâlâ öfke, adliyede hâlâ adaletsizlik, kasada hâlâ borç var.
O yüzden soruyoruz: Türkiye gerçekten "normalleşiyor" mu, yoksa sadece yeni bir anormali “normal” gibi mi göstermeye çalışıyoruz?
Bu karamsar tablonun içinde bile umut, hep bir yerlerde duruyor. Gerçek bir normalleşme, yalnızca siyasetin değil, toplumun da dönüşümüdür. Konuşarak, sorgulayarak, ses çıkararak, hesap sorarak... İşte o zaman gerçek bir toplumsal normalleşme mümkün olabilir.
Ama bunun için önce dürüst olmamız gerekiyor. Kendimize, geçmişe ve bugüne…
Çünkü belki de biz normalleşmeyi hiç yaşamadık, sadece kısa süreli rahatlamaları normal sandık. Şimdi ise, gerçek normallik için en baştan başlamamız gerekiyor.