Sabah kalktığımızda ilk yaptığımız şey ne? Çoğu kişi için cevap çok basit: Telefona uzanmak.
Uykulu gözlerle ekranı kaydırmaya başlıyoruz. Yeni bir şey var mı? Derken karşımıza çıkan ilk başlık:
“Bir çocuk daha kayboldu...”
“Kadın, evli olduğu erkek tarafından öldürüldü...”
“Gazze’de bir gece daha bombardımanla geçti...”
“Doğa katliamı: binlerce ağaç kesildi...”
İçimiz bir an sıkışıyor. Ama hemen sonra başka bir gönderi beliriyor: Bir kahve bardağı, bir düğün videosu, bir viral dans… Ve az önce okuduğumuz acı haber siliniyor zihnimizden. Yerini sıradanlığa bırakıyor. Ve biz, sadece izliyoruz.
Haber almak bir ihtiyaçtı eskiden. Şimdi, haber bir içerik, bir akış malzemesi, bir “izlenim” oldu. Gerçeklik, aciliyet, sorumluluk hissi… Tüm bunlar yavaş yavaş haberle birlikte dondurulmuş, sonra da tüketime hazır hale getirilmiş gibi. Tıpkı bir paket ürün gibi: İzle, üzül, kaydır, unut.
Haberin kendisi değişmedi belki ama biz değiştik. Eskiden haber, sarsar; harekete geçirirdi. Şimdi sadece “geçiyor” üzerimizden. Biz artık bilgiye doymuş ama harekete aç insanlara dönüştük. Kafamızda binlerce başlık, içinde hiç yankı yapmayan bir vicdan.
Peki ne zaman böyle olduk?
Bir haberi gördüğümüzde artık otomatik reflekslerimiz var. Beğen, paylaş, #etiketle, bir emojiyle üzül. Ama sonra hemen unut. Çünkü sırada başka bir gündem, başka bir trajedi var. Acı bile sıraya giriyor artık.
Seyirciyiz. Kimi zaman öfkeli, kimi zaman üzgün ama çoğu zaman etkisiz seyirciler...
Oysa haber almak bir sorumluluk olmalıydı. Bir vatandaşlık refleksi, bir insanlık gereği. Okuduğumuz şey sadece bir metin değil; bir hayat. O başlık, bir annenin yıkımı, bir çocuğun suskunluğu, bir toplumun aynası olabilir.
Ama biz, çoğu zaman ekran karşısında “sadece izleyerek” geçiyoruz o aynanın önünden.
Bazen küçük bir katkı bile büyük bir fark yaratabilir: Bir imza kampanyasına katılmak, bir derneğe bağış yapmak, sadece bir kişiyi daha bilinçlendirmek, ya da en basitiyle, içten gelen bir farkındalıkla yaşamak…
Paylaş, ama hissederek.
İzle, ama unutma.
Oku, ama susma.
Sadece izleyen değil, anlamaya çalışan, ve bir noktada elini taşın altına koyan biri olmak. İşte haberle kurduğumuz ilişkiyi değiştirecek olan şey tam da bu. “Bana ne?” demek kolay. Ama “Ben ne yapabilirim?” demek için hâlâ geç değil.
Artık kendimize şunu sormanın zamanı geldi: "Ben gerçekten haberi okuyor muyum, yoksa sadece geçiyor muyum?"
Çünkü bu hızla gidersek, bir gün kendi hikâyemiz de sadece birkaç saniyelik bir “başlık” olabilir.
Ve kimse dönüp okumayabilir...
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ayşe YILDIRIM
Sadece izliyoruz…
Sabah kalktığımızda ilk yaptığımız şey ne? Çoğu kişi için cevap çok basit: Telefona uzanmak.
Uykulu gözlerle ekranı kaydırmaya başlıyoruz. Yeni bir şey var mı? Derken karşımıza çıkan ilk başlık:
“Bir çocuk daha kayboldu...”
“Kadın, evli olduğu erkek tarafından öldürüldü...”
“Gazze’de bir gece daha bombardımanla geçti...”
“Doğa katliamı: binlerce ağaç kesildi...”
İçimiz bir an sıkışıyor. Ama hemen sonra başka bir gönderi beliriyor: Bir kahve bardağı, bir düğün videosu, bir viral dans… Ve az önce okuduğumuz acı haber siliniyor zihnimizden. Yerini sıradanlığa bırakıyor. Ve biz, sadece izliyoruz.
Haber almak bir ihtiyaçtı eskiden. Şimdi, haber bir içerik, bir akış malzemesi, bir “izlenim” oldu. Gerçeklik, aciliyet, sorumluluk hissi… Tüm bunlar yavaş yavaş haberle birlikte dondurulmuş, sonra da tüketime hazır hale getirilmiş gibi. Tıpkı bir paket ürün gibi: İzle, üzül, kaydır, unut.
Haberin kendisi değişmedi belki ama biz değiştik. Eskiden haber, sarsar; harekete geçirirdi. Şimdi sadece “geçiyor” üzerimizden. Biz artık bilgiye doymuş ama harekete aç insanlara dönüştük. Kafamızda binlerce başlık, içinde hiç yankı yapmayan bir vicdan.
Peki ne zaman böyle olduk?
Bir haberi gördüğümüzde artık otomatik reflekslerimiz var. Beğen, paylaş, #etiketle, bir emojiyle üzül. Ama sonra hemen unut. Çünkü sırada başka bir gündem, başka bir trajedi var. Acı bile sıraya giriyor artık.
Seyirciyiz. Kimi zaman öfkeli, kimi zaman üzgün ama çoğu zaman etkisiz seyirciler...
Oysa haber almak bir sorumluluk olmalıydı. Bir vatandaşlık refleksi, bir insanlık gereği. Okuduğumuz şey sadece bir metin değil; bir hayat. O başlık, bir annenin yıkımı, bir çocuğun suskunluğu, bir toplumun aynası olabilir.
Ama biz, çoğu zaman ekran karşısında “sadece izleyerek” geçiyoruz o aynanın önünden.
Bazen küçük bir katkı bile büyük bir fark yaratabilir: Bir imza kampanyasına katılmak, bir derneğe bağış yapmak, sadece bir kişiyi daha bilinçlendirmek, ya da en basitiyle, içten gelen bir farkındalıkla yaşamak…
Paylaş, ama hissederek.
İzle, ama unutma.
Oku, ama susma.
Sadece izleyen değil, anlamaya çalışan, ve bir noktada elini taşın altına koyan biri olmak. İşte haberle kurduğumuz ilişkiyi değiştirecek olan şey tam da bu. “Bana ne?” demek kolay. Ama “Ben ne yapabilirim?” demek için hâlâ geç değil.
Artık kendimize şunu sormanın zamanı geldi: "Ben gerçekten haberi okuyor muyum, yoksa sadece geçiyor muyum?"
Çünkü bu hızla gidersek, bir gün kendi hikâyemiz de sadece birkaç saniyelik bir “başlık” olabilir.
Ve kimse dönüp okumayabilir...