Televizyon ekranlarında bir yanda kaynayan tencerelerden yükselen buhar, ustalıkla çevrilen tavalar, renk renk süslenen tabaklar… Öte yanda ise yıkıntılar altında açlıktan gözleri kararan, bir lokma ekmek için dudakları çatlamış çocuklar. Filistin’de yaşanan trajedinin en acı yanlarından biri, dünyanın geri kalanında bu görüntülerle eşzamanlı olarak eğlence ve yemek programlarının sunuluyor olmasıdır. İnsanlığın vicdanına düşen bu çelişki, yalnızca politik bir sorun değil; aynı zamanda etik, kültürel ve ahlâkî bir iflastır.
Televizyon, modern dünyanın en güçlü kitle iletişim araçlarından biridir. Toplumsal hafızayı şekillendirir, gündemi belirler, hayatın ritmini kurar. Ancak ekranın sunduğu “gündelik neşe” ile gerçekliğin çığlığı arasındaki mesafe bazen o kadar açılır ki, artık ekran bir eğlence aracından çok, bir unutuş makinesine dönüşür. Filistin’de çocuklar açlıktan kıvranırken, dünyanın herhangi bir yerinde, prime-time kuşağında yeni bir “masterchef” yarışmasının ya da kahkahalarla dolu bir talk-show’un sergilenmesi, izleyiciye şunu fısıldar: “Senin acını görmeye gerek yok, sen eğlenmeye devam et.”
Bu durum, yalnızca duyarsızlığın değil, aynı zamanda bir “estetik şiddetin” tezahürüdür. Çünkü mutfakta gösterilen incelik, damakta yaratılan haz, acının silinmesi için bir perde gibi işlev görür. Açlığın gerçekliğiyle yemeğin şatafatı yan yana geldiğinde, ortaya çıkan manzara insana ait vicdanın en zayıf noktasını gözler önüne serer. Bir çocuğun ölümü, bir sofranın sunum estetiği kadar ilgi çekici değil midir? Yoksa ekranın parlak ışıkları altında, ölümler birer “arka plan uğultusu”na mı indirgenmiştir?
Burada asıl sorun, eğlencenin varlığı değil; eğlencenin zamansızlığı ve bağlamsızlığıdır. Elbette insanlar gülmek, dinlenmek, gündelik hayatın yükünden kaçmak isterler. Ancak bu kaçış, dünyanın başka bir yerinde süren trajediyi tamamen görünmez kılmamalıdır. Zira eğlenceyle açlık arasındaki bu çelişki, insanlığın ortak sorumluluğunu yitirmesinin en somut göstergesidir.
Televizyon kanalları, reyting uğruna kurgulanan yapımlarıyla aslında şunu ilan eder: “Acı, satmaz; ama eğlence satar.” Oysa tam da bu noktada izleyiciye bir sorumluluk düşer. Hangi ekranı izlemeyi, hangi sahneyi görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz, yalnızca bireysel değil, kolektif bir etik seçimdir. Eğer bir toplum, çocukların açlıktan öldüğü bir dünyada iştahla yemek programları izliyorsa, bu yalnızca medyanın değil, o toplumun da aynaya bakması gereken bir durumdur.
Sonuçta, Filistinli bir çocuğun gözlerinde görülen açlık ile televizyon ekranında sunulan zengin menüler arasında kurulan bu keskin karşıtlık, insanlığın trajik portresini çizer. Bu portre bize şunu hatırlatır: Asıl garabet, açlığın kendisi kadar, açlığı görmezden gelerek kurulmuş sahte bir neşeye teslim olmaktır.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mahmut Celal ÖZMEN (Konuk yazar)
Açlığın ve Eğlencenin Yan Yana Düşen Gölgesi
Televizyon ekranlarında bir yanda kaynayan tencerelerden yükselen buhar, ustalıkla çevrilen tavalar, renk renk süslenen tabaklar… Öte yanda ise yıkıntılar altında açlıktan gözleri kararan, bir lokma ekmek için dudakları çatlamış çocuklar. Filistin’de yaşanan trajedinin en acı yanlarından biri, dünyanın geri kalanında bu görüntülerle eşzamanlı olarak eğlence ve yemek programlarının sunuluyor olmasıdır. İnsanlığın vicdanına düşen bu çelişki, yalnızca politik bir sorun değil; aynı zamanda etik, kültürel ve ahlâkî bir iflastır.
Televizyon, modern dünyanın en güçlü kitle iletişim araçlarından biridir. Toplumsal hafızayı şekillendirir, gündemi belirler, hayatın ritmini kurar. Ancak ekranın sunduğu “gündelik neşe” ile gerçekliğin çığlığı arasındaki mesafe bazen o kadar açılır ki, artık ekran bir eğlence aracından çok, bir unutuş makinesine dönüşür. Filistin’de çocuklar açlıktan kıvranırken, dünyanın herhangi bir yerinde, prime-time kuşağında yeni bir “masterchef” yarışmasının ya da kahkahalarla dolu bir talk-show’un sergilenmesi, izleyiciye şunu fısıldar: “Senin acını görmeye gerek yok, sen eğlenmeye devam et.”
Bu durum, yalnızca duyarsızlığın değil, aynı zamanda bir “estetik şiddetin” tezahürüdür. Çünkü mutfakta gösterilen incelik, damakta yaratılan haz, acının silinmesi için bir perde gibi işlev görür. Açlığın gerçekliğiyle yemeğin şatafatı yan yana geldiğinde, ortaya çıkan manzara insana ait vicdanın en zayıf noktasını gözler önüne serer. Bir çocuğun ölümü, bir sofranın sunum estetiği kadar ilgi çekici değil midir? Yoksa ekranın parlak ışıkları altında, ölümler birer “arka plan uğultusu”na mı indirgenmiştir?
Burada asıl sorun, eğlencenin varlığı değil; eğlencenin zamansızlığı ve bağlamsızlığıdır. Elbette insanlar gülmek, dinlenmek, gündelik hayatın yükünden kaçmak isterler. Ancak bu kaçış, dünyanın başka bir yerinde süren trajediyi tamamen görünmez kılmamalıdır. Zira eğlenceyle açlık arasındaki bu çelişki, insanlığın ortak sorumluluğunu yitirmesinin en somut göstergesidir.
Televizyon kanalları, reyting uğruna kurgulanan yapımlarıyla aslında şunu ilan eder: “Acı, satmaz; ama eğlence satar.” Oysa tam da bu noktada izleyiciye bir sorumluluk düşer. Hangi ekranı izlemeyi, hangi sahneyi görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz, yalnızca bireysel değil, kolektif bir etik seçimdir. Eğer bir toplum, çocukların açlıktan öldüğü bir dünyada iştahla yemek programları izliyorsa, bu yalnızca medyanın değil, o toplumun da aynaya bakması gereken bir durumdur.
Sonuçta, Filistinli bir çocuğun gözlerinde görülen açlık ile televizyon ekranında sunulan zengin menüler arasında kurulan bu keskin karşıtlık, insanlığın trajik portresini çizer. Bu portre bize şunu hatırlatır: Asıl garabet, açlığın kendisi kadar, açlığı görmezden gelerek kurulmuş sahte bir neşeye teslim olmaktır.