Son yıllarda televizyon ekranlarında aynı sahne durmaksızın döner durur: Bir okul koridorunda yükselen sesler, sınıf kapısının önünde birbirine giren cümleler, sanki eğitim değil de bir toplumsal gölge oyunu oynanıyormuş gibi. Spiker soğukkanlıbir tonla haberi aktarır: “Ankara’da falan okulda öğrenciler öğretmenine saygısızlık etti.”
Ekran kararır; geriye sorular düşer. Fakat kimse sormaz: Öğretmene saygı sadece öğrencinin ödevi midir? Bu ülkenin yetişkinleri, idarecileri, velileri gerçekten saygınınneresinde durur?
Oysa bir zamanlar öğretmenin gölgesine bile basılmazdı. “Eti senin, kemiği benim” diyen veliler, çocuğunu öğretmene teslim ederken aslında bir güven mektubu yazardı. Bu cümle, şiddeti meşrulaştıran bir tehdit değil; öğretmenin otoritesine duyulan mutlak inancın mütevazı bir ifadesiydi. Çünkü biliyorlardı: Öğretmen, bir sınıfa yalnızca bilgi taşımıyor; davranışın, duruşun, insan olmanın yükünü de taşıyordu.
Bugün ise öğretmene saygı bekleyenler, önce onun ellerini bağlamış durumda. Sınıfta sözünü geçiremeyen, yaptığı uyarının karşılığında soruşturmaya uğrayan, attığı her adımda “acaba?” diye düşünen bir öğretmenden nasıl otorite, nasıl duruş, nasıl rehberlik beklenebilir? Öğretmen sınıfta yalnızdır artık; sırtında ne kurumun desteği vardır, ne de toplumun takdiri.
Otoritenin elinden alındığı yerde saygı kurur. Bir bitkinin güneşsiz kalması gibidir bu: önce yaprakları solar, sonra gövdesi çatlar. Bugün sınıflarda olan tam da budur. Öğrenci için öğretmen artık "öğreten" değil; kuralsızlığın ortasında sesini duyurmaya çalışan bir yabancıdır. Veliler için ise çoğu kez “Benim çocuğum asla yapmaz” ın karşısında duran bir memurdan farksızdır.
Ama asıl görüntü, tüm bunların ardında saklıdır: Öğretmenin değeri azaldıkça, toplumun geleceği de aynı oranda eksilir. Çünkü saygı bir iletişim değil, bir aktarım meselesidir. Üstten alta, büyükten küçüğe, kurumdan bireye süzülerek iner. Eğer bir kurum kendi öğretmenine sahip çıkmıyorsa, hangi öğrenci ona kulak verir? Eğer bir veli öğretmenin sözüne güvenmiyorsa, hangi çocuk o sözü ciddiye alır?
Bugün yaşanan sorun, bir sınıf içi tartışmanın ötesinde, toplumsal hafızada bir kırılmadır. Öğretmeni yalnız bırakan bir toplum, aslında kendini yalnız bırakmıştır. Çünkü öğretmen, toplumun geleceğe attığı imzadır. İmza silinirse, gelecek de okunmaz hâle gelir.
Belki de sorulması gereken en gerçek soru şudur:
Biz ne zaman öğretmene saygının lüks değil, zorunlu bir toplumsal değer olduğunu unuttuk?
Saygı, karşılıklı doğan bir güneştir. Öğretmeni ısıtmayan bir güneşin öğrenciyi aydınlatması nasıl mümkün olsun?
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mahmut Celal ÖZMEN (Konuk yazar)
Kaybolan Saygının En Son Tanığı: Öğretmen
Son yıllarda televizyon ekranlarında aynı sahne durmaksızın döner durur: Bir okul koridorunda yükselen sesler, sınıf kapısının önünde birbirine giren cümleler, sanki eğitim değil de bir toplumsal gölge oyunu oynanıyormuş gibi. Spiker soğukkanlı bir tonla haberi aktarır: “Ankara’da falan okulda öğrenciler öğretmenine saygısızlık etti.”
Ekran kararır; geriye sorular düşer. Fakat kimse sormaz: Öğretmene saygı sadece öğrencinin ödevi midir? Bu ülkenin yetişkinleri, idarecileri, velileri gerçekten saygının neresinde durur?
Oysa bir zamanlar öğretmenin gölgesine bile basılmazdı. “Eti senin, kemiği benim” diyen veliler, çocuğunu öğretmene teslim ederken aslında bir güven mektubu yazardı. Bu cümle, şiddeti meşrulaştıran bir tehdit değil; öğretmenin otoritesine duyulan mutlak inancın mütevazı bir ifadesiydi. Çünkü biliyorlardı: Öğretmen, bir sınıfa yalnızca bilgi taşımıyor; davranışın, duruşun, insan olmanın yükünü de taşıyordu.
Bugün ise öğretmene saygı bekleyenler, önce onun ellerini bağlamış durumda. Sınıfta sözünü geçiremeyen, yaptığı uyarının karşılığında soruşturmaya uğrayan, attığı her adımda “acaba?” diye düşünen bir öğretmenden nasıl otorite, nasıl duruş, nasıl rehberlik beklenebilir? Öğretmen sınıfta yalnızdır artık; sırtında ne kurumun desteği vardır, ne de toplumun takdiri.
Otoritenin elinden alındığı yerde saygı kurur. Bir bitkinin güneşsiz kalması gibidir bu: önce yaprakları solar, sonra gövdesi çatlar. Bugün sınıflarda olan tam da budur. Öğrenci için öğretmen artık "öğreten" değil; kuralsızlığın ortasında sesini duyurmaya çalışan bir yabancıdır. Veliler için ise çoğu kez “Benim çocuğum asla yapmaz” ın karşısında duran bir memurdan farksızdır.
Ama asıl görüntü, tüm bunların ardında saklıdır: Öğretmenin değeri azaldıkça, toplumun geleceği de aynı oranda eksilir. Çünkü saygı bir iletişim değil, bir aktarım meselesidir. Üstten alta, büyükten küçüğe, kurumdan bireye süzülerek iner. Eğer bir kurum kendi öğretmenine sahip çıkmıyorsa, hangi öğrenci ona kulak verir? Eğer bir veli öğretmenin sözüne güvenmiyorsa, hangi çocuk o sözü ciddiye alır?
Bugün yaşanan sorun, bir sınıf içi tartışmanın ötesinde, toplumsal hafızada bir kırılmadır. Öğretmeni yalnız bırakan bir toplum, aslında kendini yalnız bırakmıştır. Çünkü öğretmen, toplumun geleceğe attığı imzadır. İmza silinirse, gelecek de okunmaz hâle gelir.
Belki de sorulması gereken en gerçek soru şudur:
Biz ne zaman öğretmene saygının lüks değil, zorunlu bir toplumsal değer olduğunu unuttuk?
Saygı, karşılıklı doğan bir güneştir. Öğretmeni ısıtmayan bir güneşin öğrenciyi aydınlatması nasıl mümkün olsun?