Bir toplumun vicdanı, ekrana düşen bir alt yazının soğukluğu kadar üşütebiliyorsa insanı, orada bir şeyler çoktan kırılmış demektir. Haber bültenlerinin değişmeyen repertuvarında, sanki sıradan bir hava durumu bilgisiymiş gibi tekrarlanan cümleler var: “Komşusunu öldürdü. İfadesi alınıp serbest bırakıldı.”
Bu cümle, hayatın kutsallığını aşındıran bir zımpara gibi, her tekrarında toplumsal duyarlılığı biraz daha törpülüyor.
Bir insan nasıl olur da öldürür? Bunu anlamaya çalışmak, insana dair en karanlık kapıları aralamaktır. Peki nasıl olur da böylesi bir karanlığı, hiçbir ışık tutmadan suçluyu tekrar tekrar salıverir sokağa? İşte anlaşılması güç olan budur.
Yetkililerin gösterdiği tepki ile toplumun hissettiği korku arasındaki uçurum her geçen gün büyüyor. Kuduz bir köpek görüldüğünde, onu derhal “karantina” altına almakta tereddüt etmeyen bir sistem, aynı hassasiyeti potansiyel bir suçluya göstermekte neden bu kadar cömert davranır?
Hayvanın canı tehlikeye düşmesin diyenler ayağa kalkarken, insanın canı tehlikedeyken neden oturmayı tercih eder? İfade alıp, serbest bırakmak ‘oturmayı tercih etmek’ demektir..
Oysa devlet dediğimiz, iyiyi korumak, kötüyü durdurmakla anlam kazanır. Devlet, iyi insana merhamet yüzünü; kötü insana ise aksi yüzünü göstermelidir.
Çünkü merhamet, suçu ödüllendirmek için değil; masumu yaşatmak için vardır. Kötülüğe gösterilen yumuşaklık, sonunda iyiliğin payına düşen bir cezaya dönüşür.
Kuduz bir hayvan, içgüdülerinin kurbanıdır; bu nedenle korunur, kontrol altına alınır. Peki ya suç işleyen kudurmuş insan? İçinde büyüttüğü öfkenin, birikmiş kötülüğün, topluma savurduğu tehlikenin sorumluluğu neden bu kadar hafife alınır?
Kötülük serbest bırakıldığında kendiliğinden yok olmaz; aksine, karanlıkla beslendikçe büyür.
Ekranda bir haber geçer, ardından diğeri… Suç dosyaları kabarık insanlar, her defasında bir kapıdan girip diğerinden çıkar. Ve o kapıdan her çıkışlarında, toplum biraz daha diken üstünde yaşar.
Belki de asıl karantina altına alınması gereken, sadece suçlu değil; adalet duygusunu içerden kemiren bu büyük boşluktur. Çünkü bir toplumun vicdanı yırtıldığında, artık hiçbir yasa onu tamamen onaramaz.
Biz ekranlardan izledikçe, olan bitene alıştıkça, bir şeyler içimizde sessizce kuduruyor. Ama kimse onu karantina altına almıyor; çünkü adı konmamış bir acı, kimsenin sorumluluk alanına girmiyor.
Ve biz hâlâ, “ifadesi alınıp serbest bırakılanların” özgürlüğü kadar özgür değiliz aslında.
Kendi korkumuzun dar sokaklarında geziyor, görünmez bir tehlikenin gölgesinde yaşıyoruz.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mahmut Celal ÖZMEN (Konuk yazar)
Kuduran Sessizlik: Özgür Gezen Tehlikenin Gölgesinde
Bir toplumun vicdanı, ekrana düşen bir alt yazının soğukluğu kadar üşütebiliyorsa insanı, orada bir şeyler çoktan kırılmış demektir. Haber bültenlerinin değişmeyen repertuvarında, sanki sıradan bir hava durumu bilgisiymiş gibi tekrarlanan cümleler var: “Komşusunu öldürdü. İfadesi alınıp serbest bırakıldı.”
Bu cümle, hayatın kutsallığını aşındıran bir zımpara gibi, her tekrarında toplumsal duyarlılığı biraz daha törpülüyor.
Bir insan nasıl olur da öldürür? Bunu anlamaya çalışmak, insana dair en karanlık kapıları aralamaktır. Peki nasıl olur da böylesi bir karanlığı, hiçbir ışık tutmadan suçluyu tekrar tekrar salıverir sokağa? İşte anlaşılması güç olan budur.
Yetkililerin gösterdiği tepki ile toplumun hissettiği korku arasındaki uçurum her geçen gün büyüyor. Kuduz bir köpek görüldüğünde, onu derhal “karantina” altına almakta tereddüt etmeyen bir sistem, aynı hassasiyeti potansiyel bir suçluya göstermekte neden bu kadar cömert davranır?
Hayvanın canı tehlikeye düşmesin diyenler ayağa kalkarken, insanın canı tehlikedeyken neden oturmayı tercih eder? İfade alıp, serbest bırakmak ‘oturmayı tercih etmek’ demektir..
Oysa devlet dediğimiz, iyiyi korumak, kötüyü durdurmakla anlam kazanır. Devlet, iyi insana merhamet yüzünü; kötü insana ise aksi yüzünü göstermelidir.
Çünkü merhamet, suçu ödüllendirmek için değil; masumu yaşatmak için vardır. Kötülüğe gösterilen yumuşaklık, sonunda iyiliğin payına düşen bir cezaya dönüşür.
Kuduz bir hayvan, içgüdülerinin kurbanıdır; bu nedenle korunur, kontrol altına alınır. Peki ya suç işleyen kudurmuş insan? İçinde büyüttüğü öfkenin, birikmiş kötülüğün, topluma savurduğu tehlikenin sorumluluğu neden bu kadar hafife alınır?
Kötülük serbest bırakıldığında kendiliğinden yok olmaz; aksine, karanlıkla beslendikçe büyür.
Ekranda bir haber geçer, ardından diğeri… Suç dosyaları kabarık insanlar, her defasında bir kapıdan girip diğerinden çıkar. Ve o kapıdan her çıkışlarında, toplum biraz daha diken üstünde yaşar.
Belki de asıl karantina altına alınması gereken, sadece suçlu değil; adalet duygusunu içerden kemiren bu büyük boşluktur. Çünkü bir toplumun vicdanı yırtıldığında, artık hiçbir yasa onu tamamen onaramaz.
Biz ekranlardan izledikçe, olan bitene alıştıkça, bir şeyler içimizde sessizce kuduruyor. Ama kimse onu karantina altına almıyor; çünkü adı konmamış bir acı, kimsenin sorumluluk alanına girmiyor.
Ve biz hâlâ, “ifadesi alınıp serbest bırakılanların” özgürlüğü kadar özgür değiliz aslında.
Kendi korkumuzun dar sokaklarında geziyor, görünmez bir tehlikenin gölgesinde yaşıyoruz.