Kutsallığın Gölgesinde Üretilen Alışkanlık: Mevlid Üzerine Bir Sorgulama
Yazının Giriş Tarihi: 19.12.2025 10:56
Yazının Güncellenme Tarihi: 19.12.2025 11:44
İnsan, zamanla alıştığı şeyleri sorgulamaktan vazgeçer. Hele bu alışkanlıklar “din” kılıfına bürünmüşse, sorgulamak bir yana, dokunulmazlık zırhına büründürülür. Mevlid geleneği de tam olarak böyledir: Yüzyıllar içinde kültürün, duygunun, şiirin ve siyasetin harmanlanmasıyla oluşmuş; fakat bugün neredeyse Kur’an’ın yanına konulmuş bir uygulama.
Oysa her kutsallaştırılan şey, gerçekten kutsal mıdır? Yoksa kutsallık, zamanla insan eliyle üretilen bir vehim midir?
Mevlid kelimesi, köken itibarıyla masumdur; “doğum” demektir. Ne var ki bu masum kelime, tarih sahnesinde masum kalamamış; şiirle, törenle, ritüelle büyütülmüş, nihayet ibadetleştirilmiştir. Hz. Muhammed’in doğumunu anlatmak amacıyla yazılmış bir metin, zamanla Allah’ın evlerine taşınmış; Kur’an’ın önüne, yanına, yerine okunur hâle gelmiştir. İşte asıl problem de tam burada başlar.
Kur’an, dinin yegâne kaynağıdır. Kendini “apaçık”, “eksiksiz” ve “rehber” olarak tanımlar. Buna rağmen, Kur’an’da ne Mevlid Kandili vardır ne de peygamber doğumunun törenle ihyası. Hz. Peygamber’in kendisi böyle bir uygulama yapmamış, sahabeyapmamış, onları takip eden kuşaklar da bilmemiştir. Buna rağmen, yüzyıllar sonra bir şiirin ibadet gibi algılanması nasıl açıklanabilir?
Cevap açıktır: Din, zamanla vahiyden koparılıp geleneğin kucağına bırakılmıştır.
Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât, edebî açıdan güçlü, dil bakımından etkileyici bir metindir. Ancak edebî kıymet, dinî meşruiyet anlamına gelmez. Şiir, şiirdir; vahiy ise vahiy. Bu ayrım ortadan kalktığında, insan sözü ilahî sözle yarışır hâle gelir. Mevlid’in bazı beyitlerinde Hz. Peygamber’in yaratılışın merkezine yerleştirilmesi, Kur’an’ın tevhid öğretisiyle açık bir gerilim içindedir. Sevgi adına yapılan bu abartı, fark edilmeden şirkin sınırlarına dayanır.
Daha vahimi, bu şiirin ölüler için okunması ve sevabının “transfer” edileceğine inanılmasıdır. Kur’an, insanın yalnızca kendi kazandığından sorumlu olduğunu defalarca vurgular. Ölünün dünyayla bağı kesilmiştir; ona ulaşacak tek şey, hayattayken yaptığı ameller ve Allah’ın rahmetidir. Buna rağmen, yedinci gün, kırkıncı gün, elli ikinci gün gibi Kur’an’da yeri olmayan zaman dilimleri üretilmiş; bu günler ibadet gibi sunulmuştur. Böylece din, takvimlendirilmiş bir törenler bütünü hâline getirilmiştir.
Mevlid’in yaygınlaşması, sadece dinî bir mesele değildir; aynı zamanda sosyolojik ve ekonomik bir olgudur. Mevlithanlık, ücretli bir meslek; törenler ise sorgulanmayan bir piyasa hâline gelmiştir. Okuyan memnun, dinleyen memnun, ikramdan nasiplenen memnundur. Fakat bu memnuniyetin, hakikatle ne kadar ilgisi vardır?
Asıl soru şudur: Allah bu tablodan razı mıdır?
Peygamber sevgisi, şiirle ölçülmez. Salavatın sayısıyla, makamın ihtişamıyla, gözyaşının bolluğuyla da ölçülmez. Peygamber sevgisi; onun uğruna mücadele ettiği tevhidi anlamakla, Kur’an ahlâkını içselleştirmekle, adaleti ve merhameti hayata taşımakla ölçülür. Hz. Muhammed’i sevmek, onu insanüstü bir varlığa dönüştürmek değil; onun beşerî örnekliğini rehber edinmektir.
Bugün Müslümanların en büyük kaybı, Kur’an’ı merkezin dışına itmiş olmalarıdır. Onun yerine rivayetleri, alışkanlıkları, törenleri ve şiirleri koymuş olmalarıdır. Mevlid bu durumun en görünür örneklerinden yalnızca biridir.
Belki artık şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir: Biz Allah’ın dinini mi yaşıyoruz, yoksa atalarımızdan devraldığımız alışkanlıkları mı kutsuyoruz?
Hakikat, alışkanlıkları rahatsız eder. Fakat hakikatle yüzleşmeden, ne din arınır ne de insan.
Allah’ın selamı, hakikati aramaktan vazgeçmeyenlerin üzerine olsun.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mahmut Celal ÖZMEN (Konuk yazar)
Kutsallığın Gölgesinde Üretilen Alışkanlık: Mevlid Üzerine Bir Sorgulama
İnsan, zamanla alıştığı şeyleri sorgulamaktan vazgeçer. Hele bu alışkanlıklar “din” kılıfına bürünmüşse, sorgulamak bir yana, dokunulmazlık zırhına büründürülür. Mevlid geleneği de tam olarak böyledir: Yüzyıllar içinde kültürün, duygunun, şiirin ve siyasetin harmanlanmasıyla oluşmuş; fakat bugün neredeyse Kur’an’ın yanına konulmuş bir uygulama.
Oysa her kutsallaştırılan şey, gerçekten kutsal mıdır? Yoksa kutsallık, zamanla insan eliyle üretilen bir vehim midir?
Mevlid kelimesi, köken itibarıyla masumdur; “doğum” demektir. Ne var ki bu masum kelime, tarih sahnesinde masum kalamamış; şiirle, törenle, ritüelle büyütülmüş, nihayet ibadetleştirilmiştir. Hz. Muhammed’in doğumunu anlatmak amacıyla yazılmış bir metin, zamanla Allah’ın evlerine taşınmış; Kur’an’ın önüne, yanına, yerine okunur hâle gelmiştir. İşte asıl problem de tam burada başlar.
Kur’an, dinin yegâne kaynağıdır. Kendini “apaçık”, “eksiksiz” ve “rehber” olarak tanımlar. Buna rağmen, Kur’an’da ne Mevlid Kandili vardır ne de peygamber doğumunun törenle ihyası. Hz. Peygamber’in kendisi böyle bir uygulama yapmamış, sahabe yapmamış, onları takip eden kuşaklar da bilmemiştir. Buna rağmen, yüzyıllar sonra bir şiirin ibadet gibi algılanması nasıl açıklanabilir?
Cevap açıktır: Din, zamanla vahiyden koparılıp geleneğin kucağına bırakılmıştır.
Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât, edebî açıdan güçlü, dil bakımından etkileyici bir metindir. Ancak edebî kıymet, dinî meşruiyet anlamına gelmez. Şiir, şiirdir; vahiy ise vahiy. Bu ayrım ortadan kalktığında, insan sözü ilahî sözle yarışır hâle gelir. Mevlid’in bazı beyitlerinde Hz. Peygamber’in yaratılışın merkezine yerleştirilmesi, Kur’an’ın tevhid öğretisiyle açık bir gerilim içindedir. Sevgi adına yapılan bu abartı, fark edilmeden şirkin sınırlarına dayanır.
Daha vahimi, bu şiirin ölüler için okunması ve sevabının “transfer” edileceğine inanılmasıdır. Kur’an, insanın yalnızca kendi kazandığından sorumlu olduğunu defalarca vurgular. Ölünün dünyayla bağı kesilmiştir; ona ulaşacak tek şey, hayattayken yaptığı ameller ve Allah’ın rahmetidir. Buna rağmen, yedinci gün, kırkıncı gün, elli ikinci gün gibi Kur’an’da yeri olmayan zaman dilimleri üretilmiş; bu günler ibadet gibi sunulmuştur. Böylece din, takvimlendirilmiş bir törenler bütünü hâline getirilmiştir.
Mevlid’in yaygınlaşması, sadece dinî bir mesele değildir; aynı zamanda sosyolojik ve ekonomik bir olgudur. Mevlithanlık, ücretli bir meslek; törenler ise sorgulanmayan bir piyasa hâline gelmiştir. Okuyan memnun, dinleyen memnun, ikramdan nasiplenen memnundur. Fakat bu memnuniyetin, hakikatle ne kadar ilgisi vardır?
Asıl soru şudur: Allah bu tablodan razı mıdır?
Peygamber sevgisi, şiirle ölçülmez. Salavatın sayısıyla, makamın ihtişamıyla, gözyaşının bolluğuyla da ölçülmez. Peygamber sevgisi; onun uğruna mücadele ettiği tevhidi anlamakla, Kur’an ahlâkını içselleştirmekle, adaleti ve merhameti hayata taşımakla ölçülür. Hz. Muhammed’i sevmek, onu insanüstü bir varlığa dönüştürmek değil; onun beşerî örnekliğini rehber edinmektir.
Bugün Müslümanların en büyük kaybı, Kur’an’ı merkezin dışına itmiş olmalarıdır. Onun yerine rivayetleri, alışkanlıkları, törenleri ve şiirleri koymuş olmalarıdır. Mevlid bu durumun en görünür örneklerinden yalnızca biridir.
Belki artık şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir:
Biz Allah’ın dinini mi yaşıyoruz, yoksa atalarımızdan devraldığımız alışkanlıkları mı kutsuyoruz?
Hakikat, alışkanlıkları rahatsız eder. Fakat hakikatle yüzleşmeden, ne din arınır ne de insan.
Allah’ın selamı, hakikati aramaktan vazgeçmeyenlerin üzerine olsun.