SON DAKİKA
Hava Durumu

Malazgirt Savaşının sonuçları

Yazının Giriş Tarihi: 26.08.2024 15:51
Yazının Güncellenme Tarihi: 26.08.2024 15:52

Türklerin Müslüman olmalarıyla birlikte, hayatlarında önemli değişiklikler olmuştur. Yerleşik hayata geçtiler ve Batıya doğru göç etmeye başladılar. Ancak bunlar kısa sürede olmadı. Türklerin sayı ve siyasi güç bakımından en önemli kollarından olan Oğuzlar bile 11. Yüzyıl başında Müslüman olmaya başlamışlardır. İddia edildiği gibi Türkler, kılıç zoruyla birden bire kısa sürede Müslüman olmuş değillerdir.

İslam ile tanışan topluluklar, ister istemez yeni bir dünya görüşü benimsemiş oldular. Bu dünya görüşünün temeli İslam’ı yayma (yani cihad etmek) ve koruma esasına dayanmıştır. İslamiyet ile tanışan Türkler, Müslümanların kendilerinden ibaret olmadığını gördüler. İslamiyet, Türklere yeni kardeşler kazandırmıştır. Evet kardeşler arasında her zaman kıskançlık, rekabet, mücadele olmuştur ancak kardeşlik, taraflar için her zaman önemli imkanlar da sunmuştur.

Müslümanların ortak dünya görüşünde kavim bir sosyal vakıa olarak yer almış, yok sayılmamıştır. İslam ilkelerine aykırılığı olan kavmi özellikler reddedilmiş, bunun dışındaki özellikler ise meşru ve makul görülmüştür. Bir kavmin diğerine düşmanlık etmesi ya da bir kavmin diğerine göre daha düşük statüde görülmesi gibi gelenekler, “cahiliye işlerinden” sayılmıştır. Ancak yine de kavimlerin durumu bugünkü kadar geniş ölçüde bir siyasi içeriğe sahip değildir. Türk, Arap, Kürt, Beluç vardır ancak bu adların bugün sahip oldukları siyasi karşılık, içerik o dönemde henüz yoktur.

Müslüman olan Türkler, Türkistan’da irili ufaklı pek çok devlet ve beylik (Karahanlı – Gazneli gibi) kurmuşlardır. Ancak Batı Türkistan’da kurulan Büyük Selçuklu Devleti, tarihin en önemli olaylarından biridir. Çünkü bu devlet ile yalnız Türklerin yalnız Müslümanların değil Hıristiyanların da tarihlerinde büyük değişimler ortaya çıkmıştır. Hıristiyan Ermenileri, Hıristiyan Bizanslılara karşı koruyarak tarihte emsali olmayan örnek işler yapmışlardır.

Bir Türk boyunun, bir Türk devletinin Müslüman olması her şeyden önce Abbasi Halifesini üst bir otorite olarak kabul etmesine yol açmıştır. İdil-Bulgar Devletinden (9. ve 13. Yüzyıl) beri bu gelenek halini almıştır. Müslüman Türklerin arasında farklı görüş ve mezhepler her zaman olmuştur. Ancak baskın olan mezhep te her zaman Ehli Sünnet (Sünnilik) olmuştur. Dönemin şartları içinde, siyasi manada Sünni olmak her şeyden önce Dört Halifeyi ve Abbasi Halifeliğini meşru ve üstün bir otorite olarak kabul etmek demektir.

Değişen zamana ve şartlara bağlı olarak mezhep anlayışında da önemli değişikliklere yol açmıştır. “Ehli Sünnet Gök kubbedir, onun yıkılması İslamiyet’in yıkılması demektir” vurgusunu, bugünün siyasi şartları içinde açıklamak mümkün değildir. Çünkü ortada üstün sayılacak ve bağlanılacak bir Abbasi Halifeliği olmadığı gibi halifelik yoktur. Dönemin Ehli Sünneti ile bugünün şartlarındaki Ehli Sünnet arasında büyük farklılıklar vardır.

Büyük Selçuklu Devleti, ilimle siyaseti bir arada yürütmüş, ilimsiz siyasetin yürüyemeyeceği gerçeğinden hareketle Alpaslan döneminde (1067) Nizamiye medreseleri kurulmuştur. Bu medreseler, Selçuklu idaresinin, basit bir siyasi hakimiyet amacı taşımadığını göstermiştir. Nizamiye medreseleri, Türklerin ve diğer Müslümanların tarihinde çok önemli bir olaydır.

Ancak Selçukluların hakimiyet anlayışından kaynaklanan yapısal sorunlar aşılamadığı için, zaman içinde Selçuklu hakimiyetinin yıkılmasına bağlı olarak, Nizamiye medreseleri de üstlendiği görevleri yerine getirememiştir. Nizamiye medreseleri, ilimle siyasetin bir arada ve uyumlu olması halinin güzel örneklerinden birisidir.

Selçuklu idaresinde görülen zaaf yalnızca hakimiyet anlayışı ile sınırlı kalmamış Farsçanın baş tacı edilmesine ve Türkçenin sıradan ikinci bir dil durumuna düşmesine de yol açmıştır. Selçukluların kuruluşunda rastlanan hayret verici siyasi bilinçten eser kalmamıştır.

Büyük Selçuklular, Batıya doğru yayılma siyasetiyle kısa sürede Horasan’ı, Fars’ı aşarak büyük ölçüde Hıristiyan hakimiyetinde olan Kafkasya’ya ve Anadolu’ya ulaşmıştır. Pasinler (1048) ve Malazgirt (1071) savaşlarıyla Anadolu’da Bizans, Gürcü ve Ermeni yani Hıristiyan hakimiyeti kırılmıştır.

Bugünün genel geçer değer yargılarıyla, tarihi olayların değerlendirilmesi büyük bir yanlıştır. Pasin ve Malazgirt savaşları her ne kadar sadece Türkler ve Bizanslılar (Rumlar) arasında değil ise de başka toplulukların (Selçuklu Türklerinin ya da Bizans Rumlarının yanında olması), bu savaşlardaki Türkleri ve Bizanslıları baskın/öncü karakter olmaktan çıkarmaz.

Pasin ve Malazgirt savaşları, “Müslümanların savaşıdır, Müslümanların zaferidir” vurgusu hakikatin sadece bir tarafıdır. Evet bu savaşlar, Müslümanların zaferiyle sonuçlanmıştır. Ancak bu savaşlarda yenilen tarafta Hıristiyan müttefiklerin olması Bizans’ı baskın/öncü bir karakterden çıkarmayacağı gibi, savaşın galiplerinin Müslüman müttefiklerden oluşması da Türkleri baskın/öncü bir karakter olmaktan çıkarmaz. Özetle Müslüman vurgusu, Türk adına itirazın ya da Türk adını yok saymanın bir bahanesi ya da örtüsü olmamalıdır.

KAYNAKÇA

İbni Fadlan, Seyahatnamesi (Rihle), Tercüme Eden, Mikail Bayram, İstanbul 2024.

Faruk Sümer, Oğuzlar / Türkmenler, Türk Dünyası Vakfı Yayınları, İstanbul 1992.

Urfalı Mateos Vekayinamesi (952-1136), Çeviren: Hrant D. Andreasyan, TTK, Ankara 2000.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.